1 Nisan 2011 Cuma

İMAMIN ORDUSUNA GİDEN YOL


Emniyetin içine “Fethullahçı tohumu” atılmasının ilk günlerine tanıklık eden biri
olarak cemaatin “kendilerinden olmayanları saf dışı bırakma” yöntemlerini yaşamış
biri olduğunu da belirten Kındıra kitabının önsözünde şunları yazıyordu: “14
yaşında Polis Koleji öğrencisi olarak Emniyet Teşkilatı’na girdim ve 1986 yılında
bu örgütün elemanlarının, baskı ve dayanaksız suçlamaları ile sicilim bozulduğu
için ayrılmak durumunda kaldım. Polis Koleji ve Akademisi’nde geçirdiğim 7 yıl
boyunca, polis içinde bu örgütün varlığını net olarak gördüm. Ayrıldıktan sonra
da, Kolej ve Akademi yıllarından bu yana arkadaşlığım süren polis dostlarımla bu
konuda sürekli görüş alışverişi içinde oldum. Bu dostlarımla ilişkilerim ve onların
yaşadığı ve tanık olduğu olayları aktarmaları sayesinde, polis teşkilatının içindeki
Gülen cemaatinin giderek büyümesini, güçlenmesini ve polis içinde egemen bir güç
olmasını yakından izleyebildim. Polis Koleji’nin uygun ikliminde, birçoğumuz daha
ilk hafta sonu izninde, bu Fethullahçı topluluğun içinde, nereye ve neden gittiğini
bilmeden bir ’Işık Evinde’, Said-i Nursi’ risalesi dinlerken buldu kendisini.
Bazılarımız okula döner dönmez, üst sınıflara ya da komiserlere durumu anlatıp,
‘korunmaya’ alındı. Ama yalanlarla, gizlice götürüldüğümüz o evleri, orada
yaşadıklarımızı ve o günleri hiç unutmadık. Ben de o evlerden birine götürülenlerdendim. Hemen uzaklaşıp, kurtuldum. Benim gibi birçok arkadaşım da
bu topluluktan uzak durdu. Ama benimle birlikte o gün o eve gidenlerin birçoğu iyi
birer Fethullahçı oldular. O gün o evde, benim ilk namazımda yanımda duranlar ve
onların anlayışı tarafından Emniyet Teşkilatı’ndan uzaklaştırıldım. Yıllar sonra,
gazeteci olarak o gün, o evde benimle birlikte olanların, Emniyet Teşkilatı’nın en
kritik üst yönetimlerinde bulunduklarına tanık oluyorum.”


Hanefi Avcı’nın 2010 Ağustos ayında yayımlanan ve büyük gürültü koparan Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün devlet Bugün Cemaat kitabında cemaatçilerin polis içinde ilk örgütlenmeye başladığı yıllardan itibaren ilk ele geçirmek istedikleri birimler olan İstihbarat Daire ve KOM Başkanlığı’nın neden bu kadar önemli olduğunu şöyle anlatılıyordu:

"Ülke genelinde istedikleri gibi bilgi toplamak, istedikleri kişilerin faaliyetlerini izleyip öğrenmek gayesinde olanların yaptığı ilk şey Emniyet İstihbarat Dairesini ele geçirmektir. Orada hâkim konumda olmaları gerekir. Bunu MİT üzerinde etkinlik kurarak da yapabilirler ama o kurum daha ilerisine müsaade etmez. Eğer sadece bilgi toplamak yerine haklarında bilgi toplandıkları kurum ve kişiler hakkında adli işlemlerde bulunmak da isteniyorsa Emniyet Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadale (KOM) Dairesinde etkin olunması şarttır. Sadece merkezi yapıları değil, operasyonların en çok yönetileceği başta İstanbul, Ankara olmak üzere bazı önemli illerdeki bu dairelerin uzantısı şubelerin de ele geçirilmesi gerekir. Eğer sadece bilgi toplamak ve bunlarla ilgili adli işlem yapmakla da yetinmeyip her memur, asker ve özel kanunlarla korunan kişiler hakkında da işlem yapmak isteniyorsa, o zaman öze yetkili mahkemelerin savcıları ve hâkimleri üzerinde de etkin olunması gerekir.

Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı sahip olduğu geniş teknik imkânları ile herkes
hakkında her türlü bilgiyi toplayabilir, kim kimlerle görüşüyor öğrenilebilir, eline
telefon alan herkesin irtibatları ve ilişkileri belirlenebilir. Hiç kimse onlardan
ilişkisini gizleyemez.Emniyet İDB ve her ildeki şubesi, hatta bazı ilçelerdeki birimlerinin istihbari dinleme yetkisi vardır. Kişiler dinlenir, izlenir ve bir süre sonra evraklar imha edilir. Yıllarca her konuda ve her kurumdan toplanmış terabaytlara sığmayan bilgi bankaları mevcuttur. Dahası kimsenin hesap edemeyeceği teknik imkânlara sahip Türkiye’nin her ilindeki istihbarat şubelerini 7 bin civarındaki personeli vasıtasıyla ülke genelinde her yerde izleme faaliyetlerinde bulunma olanakları vardır. Onları yalnızca Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı denetleyebilir, müfettişler dâhil kimse binalarına giremez ve işlemlerine karışamaz.

KOM Daire Başkanlığı merkez ve ülke genelindeki örgütlü suçlar ve organize
gruplarla ilgili tahkikatları yapar, aynı zamanda adli dinleme ve izlemenin
Emniyetteki en etkin merkezidir. Özel yetkili savcılar ve mahkemeler biraz da
kanunları zorlayarak herkes hakkında doğrudan dava açabilir, gözaltı kararı
verebilir, tutuklayabilir. Fakat normal hallerde devlet memurları hakkında
görevleri nedeniyle işledikleri suçlar için tahkikat yapılması 4483 sayılı kanuna
göre belli makamların iznine tâbidir. İlçe memurları için kaymakamlardan, il
memurları için valilerden, merkez memurları için genel müdür ve benzeri
amirlerden, üniversiteler için YÖK veya rektörden izin şartı vardır. Bu izin
olmadan doğrudan dava açılmaz, belli suçüstü halleri haricinde savcılar doğrudan
tahkikat yapamazlar. Ama herhangi bir fiil özel yetkili mahkemelerin görev alanına
giriyor denince herkes hakkında doğrudan dava açılabilir. İşte Türkiye’de son
yıllarda, böyle bir planın uygulandığını görüyoruz. MİT’e hâkim olsanız, sadece
bilgi toplarsınız, belki bunları saptırarak kullanabilirsiniz ama daha ilerisini
yapamazsınız. Aksiyonel bir eylem gerçekleştirme arzusundaysanız, MİT size
yetmez. Bu doğrultuda önce KOM Daire Başkanlığı, sonra İstihbarat Dairesi Başkanlığı, ardından da İstanbul ve Ankara İstihbarat Şubesi ve bunlarla paralel
olarak özel yetkili mahkemelerin savcı ve hâkimlerinin de belli oranda belirli
eğilimlerde olan kişilerden oluşturulduğunu bugün net olarak görmek mümkün."



Birgün Gazetesinden Onurkan Avcı’nın 26 Ağustos 2010’da, Hanefi Avcı’nın
tutuklanmasına giden süreci başlatan kitabının yayımlanmasından sonra kendisiyle yaptığı röportajda Kındıra, öğrenci olduğu dönemde temelleri atılan emniyetteki
Fethullahçı kadrolaşmanının geldiği noktayı, “Cemaatin siyasi iktidardan da güçlü
bir konumda bulunan, siyasi iktidara etki eden, yönlendiren bir güçte oldukları
konuşuluyorken, cemaatin Emniyetten güçlü olup olmadığını tartışmak, abesle
iştigal etmektir” diye açıklıyordu. Avcı’nın cemaatin avı olmaya mahkum
olacağını vurgulayan Kındıra, “Cemaatçi polisler, kendi kadrolaşmalarını
tamamlayabilmek için önce Atatürkçü, demokrat, ulusalcı kesime yönelik
operasyonlar yaptılar. Daha okul sıralarında başlayan bu ayrıştırma,
kendilerinden olmayanları karalama ve yok etme sistemlerini, aktif birimlerde daha
da katı bir şekilde sürdürdüler. Dahası güçlendikçe, önce kendi yanlarında ve
yakınlarında tuttukları Ülkücü kökenli polisleri de saf dışı etmek için aynı
karalama yöntemleriyle suçlamaya başladılar. Ülkücü kökenli polisler de bunu
tıpkı Hanefi Avcı gibi, yıllar sonra fark ettiler. Hanefi Avcı gibi ‘devletçi’ polisleri de bir süre kızdırmadılar ama güçlenince pasifize etmeye başladılar. Avcı da bu nedenle bir müddet cemaate yakın gibi algılanmış, cemaat ile kolkola görünmüş
hatta cemaatin hedefine hizmet eden operasyonlara imza atmış olabilir. Telekulak
operasyonu da buna örnek gösterilebilir. Bu bağlamda Hanefi Avcı’nın son çıkışı
ve 2010 Ağustos’unda yayınlanan kitabı, senelerdir gücü hakkında yayınlar
yapılan cemaatin artık dış desteğe ihtiyaç duymayacak bir güce ulaştığını ve
kendisinden olmayanların tamamını tasfiye etmeye yönelmesine bir karşı duruşu da
simgeliyor. Ama bildiğim bir şey var ki, cemaate dokunan yanar. Cemaat arkasına
aldığı ABD desteği, CIA koruması ve katkılarıyla, devlet ve iktidar içindeki
kadrolaşmasıyla önemli bir güçtür ve önceki örneklerinde olduğu gibi Avcı da,
cemaatin avı olmaya mahkûmdur. Sadece bürokratik yaşamına son vermek zorunda
kalması gibi bir fatura ile kurtulabilirse sevinmelidir. Fethullah Gülen hakkında
dava açılmasına rağmen, örgütü hakkındaki soruşturmanın ‘soruşturmaksızın’
takipsizlikle sonuçlanması ve bu takipsizlik kararı gerekçe gösterilerek Gülen
hakkında beraat kararının Emniyet tarafından verilen belgeye dayandırılması
unutulmamalıdır” diyordu.



0 yorum:

Yorum Gönder

Paylaş